Psikolojim "Bozuk" mu
Psikolojik sorunlar üzerine konuşurken sıkça duyduğumuz “normal” ve “anormal” kavramları, aslında sandığımız kadar kesin çizgilerle ayrılmış değildir. Ruh sağlığına dair yaygın anlayış, belirli semptom kümelerini temel alarak bireyleri çeşitli tanı kategorilerine yerleştirmeye dayanır. Ancak bu yaklaşım, insan deneyiminin bütününü kapsamakta yetersiz kalabilir.
Elbette psikopatolojinin organik temellere dayanan açıklamaları vardır. Beyin kimyası, genetik yatkınlıklar ve nörolojik süreçler, ruhsal bozuklukların gelişiminde önemli bir rol oynayabilir. Örneğin, depresyonda serotonin seviyelerindeki değişimler ya da şizofrenide dopamin dengesizlikleri gibi biyolojik faktörler bilimsel olarak incelenmiştir. Ancak bu biyolojik açıklamalar neredeyse hiçbir zaman hikâyenin tamamını oluşturmaz. İnsan psikolojisi yalnızca biyolojik süreçlerden veya hormonlardan ibaret değildir; bireyin fiziksel, sosyal, kendilik ve tinsel dünyası, geçmişi, gelecek beklentileri, toplumsal baskılar, varoluşsal gerçeklerle ilişkileri ve hayatına yüklediği anlam kişiyi şekillendirir.
Psikiyatrik tanılara yönelik eleştiriler de bu noktada ortaya çıkmaktadır. Thomas Szasz¹, psikiyatrik tanıların çoğunun aslında “yaşamın zorluklarına verilen mecazi tepkiler” olduğunu ileri sürerek, insan deneyiminin yalnızca tıbbi terimlerle açıklanamayacağını savunmuştur. Benzer şekilde, Peter Conrad² da psikiyatrik bozuklukların nasıl kategorize edildiğini sorgulamış ve ruhsal sıkıntıların bireyin sosyal ve kültürel bağlamından koparılarak ele alınmasının sorunlu olduğunu vurgulamıştır. Bir bireyin depresif ya da kaygılı hissetmesi her zaman bir “bozukluk” olarak ele alınmak zorunda değildir; bazen bu duygular, kişinin yaşamında önemli değişimlerin ya da anlam arayışlarının habercisi olabilir.
Psikoterapi açısından bakıldığında, bireyin yaşadığı sıkıntıları anlamlandırma biçimi ve bağlamı büyük önem taşır. Varoluşçu psikoterapide terapist, ruhsal sıkıntıları yalnızca patolojik belirtiler olarak görmek yerine, bireyin yaşamını, seçimlerini, özgürlüğünü ve sorumluluklarını keşfetmesine yardımcı olmayı amaçlar. Bu yaklaşımda, semptomlar yalnızca yok edilmesi gereken rahatsız edici belirtiler değil, bireyin hayatındaki çözülmemiş meselelerin ve içsel çatışmaların bir göstergesi olarak ele alınır. Bu mesajlar anlaşıldıkça kişi kendisinin sorumluluğunu hissetmeye başlar. Değişim süreç içerisinde, cesaret ederek gerçekleşir. Terapist, danışana yaşamın nasıl yaşanması gerektiğini dikte eden bir otorite değil, onun kendisini ve dünyasını anlamasına yardımcı olan, deneyimlerine sahip çıkmasını kolaylaştıran bir yol arkadaşıdır. Anladıktan sonra bu gerçeklerle ne yapacağına danışan karar verir.
Bu bakış açısı, psikolojik sıkıntıların yalnızca biyolojik ya da tıbbi bir perspektiften ele alınmasının yetersiz olduğunu ortaya koymaktadır. İnsan psikolojisini anlamak, belirli tanı kategorilerinin ötesine geçerek bireyin yaşamını bütüncül bir şekilde ele almayı gerektirir. Psikoterapide amaç yalnızca semptomları ortadan kaldırmak değil, bireyin yaşamına dair derin bir kavrayış geliştirmesine yardımcı olmaktır. Kişi neye, nasıl cevap verdiğini gördükçe cevabı üzerindeki özgürlüğü keşfeder.
Kaynaklar:
¹ Szasz, T. S. (1961). The Myth of Mental Illness: Foundations of a Theory of Personal Conduct. New York, NY: Hoeber-Harper.
² Conrad, P. (2007). The Medicalization of Society: On the Transformation of Human Conditions into Treatable Disorders. Baltimore, MD: Johns Hopkins University Press.